Beynimiz, iyi sunulan bir hikayede ufak ayrıntı olarak algıladığı bazı olguları göz ardı edip yalanlara kolaylıkla kapıları aralayabiliyor.
İnsanın kolay kandırılabilir olmasına en iyi örneklerden biri, 2000 yılı başında yayılan et yiyen muz hikayesiydi. Zincirleme bir halde yayılan e-postalar, ithal edilen muzların “nekrotizan fasit” (et yiyen bakteri hastalığı) yaydığını iddia ediyordu. Buna göre, ithal muz yiyen insanlarda görülen bu hastalık, vücutta mor yumruların oluşmasına ve etin çürüyüp dökülmesine neden oluyordu.
Yayılan mesajlar ayrıca, paniği önlemek için ABD’de yetkili kurumların olayın üstünü kapatmaya çalıştığını bildiriyordu.
Bu söylentilerde hiç gerçek payı yoktu; ama öyle yayılmıştı ki yetkililer açıklama yaparak yalanlama ihtiyacı duymuştu.
Ama bu da işe yaramadı; tersine, söylentileri daha da körükledi. Gerçekler öylesine çarpıtılmıştı ki yalanlayan kurumlar bu iddiaların kaynağı gibi dolaşıma sokulmuştu yeniden.
Analiz değil, sezgi
Bu olaya bugün saçma bir şehir efsanesi diyerek gülüp geçebiliriz. Ama mantık süzgecimizdeki aynı çatlaklar daha tehlikeli düşüncelerin yayılmasına meydan verebiliyor.
Peki, aksi yönde kanıt olmasına rağmen neden bu kadar çok yanlış inanç ısrarla devam ediyor? Onları yalanlama çabaları neden o iddiaları daha da körüklüyor?
Bunun zekayla ilgisinin olmadığı, en zeki insanların bile bu tuzağa düşebileceği belirtiliyor.
Fakat son zamanlarda yapılan psikolojik araştırmalar, bazı söylentilerin beynin süzgecinden ne kadar kolay sızdığını göstererek konuyu bir miktar aydınlatıyor.
Bir açıklamaya göre, insanlar “bilişsel olarak cimridir”; yani beynimiz analizden çok sezgilerini kullanır.
Basit bir örnek verelim. Şu soruları hızla cevaplandırın:
“Musa Peygamber gemisine her hayvandan kaç çift almıştır?” “Margaret Thatcher hangi ülkenin başkanıdır?”
Açıkça yanlışlıkları tespit etmeleri söylendiği halde katılımcıların yüzde 10’u ila 50’sinin söz konusu peygamberin Nuh, Thatcher’in da başkan değil başbakan olduğu gerçeğini gözden kaçırdığı görüldü.
“Musa yanılsaması” olarak ifade edilen bu dalgınlık, bir ifadedeki ayrıntıları ne kadar kolay gözden kaçırabileceğimizi, spesifik bilgi yerine genel özete yoğunlaştığımızı gösteriyor.
Belirleyici 5 soru
Güney California Üniversitesi’nden Eryn Newman sezgisel tepkilerimizin beş temel soru etrafında döndüğünü söylüyor:
Bilgi güvenilir bir kaynaktan mı?
Başkaları inanıyor mu?
Destekleyecek çok sayıda kanıt var mı?
İnandığım şeyle uyumlu mu?
İyi bir hikaye içeriyor mu?
Bu konulara yönelik tepkilerimiz, gerçekle ilgisi olmayan küçük ve alakasız ayrıntılarla yönlendirilebiliyor.
Birinci ve ikinci soruları ele alırsak: Tanıdığımız insanlara daha fazla güveniriz; yani bir yüzü ne kadar sık görürsek onun söylediklerine daha kolay inanırız.
Newman, bu insanların uzman olmamasını, söylediklerinin ne kadar doğru olduğuna dair değerlendirmemizde hesaba bile katmadığımızı söylüyor.
Üstelik bir düşünceyi ne kadar insanın desteklediğine dair çetele tutamadığımız için, onu tekrar eden kişi haber programlarında defalarca karşımıza çıktığında, o fikrin olduğundan daha fazla popüler olduğu yanılsamasına kapılır, sonunda onu doğru olarak kabul ederiz.
Hikayenin akıcılığı
Bir de hikayenin “bilişsel akıcılığı”, insanın hayalinde canlandırmasının kolaylığı önemlidir.
İddia, bildiklerinizle alakalı olmalı, akılda kalıcı sözler içermeli ve inançlarınızı pekiştirici olmalıdır.
Bir iddiayı düzgün bir sunumla ifade etmek bilişsel akıcılığını artıracak, bu ise o iddiayı daha inandırıcı kılacaktır.
İngiliz doktor Andrew Wakefield, araştırma sonuçlarıyla oynayarak kızamık aşısı ile otizm arasında yanlış bir bağlantı kurup yaydığı için doktorluktan men edilmişti.
Bu veriler ışığında ithal muzla ilgili iddialara baktığımızda neden bu kadar kolay yayıldığını anlayabiliriz.
Öncelikle bu e-postalar tanıdığımız, güvendiğimiz insanlardan geliyor. İddianın kendisi hayalde canlandırılabilecek türden bilişsel akıcılık içeriyor. Üstelik yetkili kurumlara güvenmiyorsanız örtbas etme iddiasına inanmanız da kendi dünya görüşünüzü doğruladığı için daha kolay olacaktır.
Deneyler gösteriyor ki, bir iddiaya karşı kanıt sunmak kişinin görüşünü daha da güçlendiriyor. Bu yüzden yetkili kurumun muz iddiasını yalanlaması ters etki yaratmıştı.
Newman, sorunun kusurlu hafızamızdan kaynaklandığını söylüyor. Yani hafızamız mükemmel değil; boşlukları kendimiz dolduruyor ve bilgi yitimine uğruyoruz.
Çözüm ne?
Neyse ki yanlış bilgiyi düzeltip doğruyu hakim kılmanın yolları var. Öncelikle, yanlış olan orijinal hikayeyi tekrarlamamak, onun çürütülmesiyle kişilerin zihinsel modellerinde ortaya çıkacak çatlakları doldurmak için alternatifler bulmak gerekir.
Örneğin, “Ay peynirden oluşmuyor” dendiğinde o inançtan vazgeçmeniz zordur; ama “Ay peynirden değil, kayalardan oluşuyor” dense, Ay’ın neye benzediğine dair bir fikriniz olacaktır hala.
Başka bir örneği de kızamık-kızıl ve kabakulak karma aşısının otizme yol açtığına dair korkular üzerinden verecek olursak: Anlatımımızı, bu iddiaları doğrudan yalanlayan ve korkuyu daha da pekiştirecek olan klasik bir yönteme dayandırmak yerine, bu korkulara yol açan bilimsel sahtekarlıkların deşifre edilmesi üzerinde kurgularsak daha başarılı olur.
Bunu yaparken net bir dil, güçlü görseller ve iyi bir sunumla akıcılığı güçlü kılmak gerekir. Ayrıca mesajın kısa ama sık olarak tekrarlanması rahat ve aşina bir ortam yaratmış olacak ve kamuoyu inancı tersine çevrilebilecektir.
Bütün bunların farkında olmak, günlük yaşantımızda yanlış bilgiye karşı temkinli olmayı sağlayacaktır.
Bu makalenin İngilizce aslını BBC Future sayfasında okuyabilirsiniz…