Sandalyeden kalkıp dineldim, bir cara yaktım, gökyüzüne baktım. Hava cıncık gibiydi.
Halbuki daha düneen yağmurda cımcılık olmuştum.
Burası böyle bir memleket işte. Öğleye kadar yaz, akşam olunca kuru ayaz. Galan Adana havasının çiftetelliden ibaret olmadığını iyice belledim.
Tekere atlayıp it ayağı yemiş gibi dolaşayım dedim, Adana sokaklarını.
Sular’a vardım, suyun damlasına rastlamadım.
Kuruköprü’ye gittim, köprü yok…
Oradan Eski İstasyon’a geçtim, yerinde yeller esiyor…
Yüksek kahve avm olmuş…
Hergele yoluna girdim, hergele göremedim…
Bir tek Ali Göde’nin dükkanı kalmış. Deneli şalgam aldım, çörek eşliğinde mideye indirdim. Yine dadı damağımda kaldı. Sokum yesem bu kadar lezzetli olamazdı.
Siptilli’ye uğramak için tam pedalı çevirecektim, anarya gelen bir araba çarptı. Velesbit haşat oldu.
Tabanvaya ha gayret dedim, yola koyuldum.
Irmak kenarına kadar yürümüşüm. Çok denişik insanlar gördüm.
Kimileri çimiyor, kimileri seyip seyip dolaşıyordu. Yaşı kemale ermişler de duldaya mitili atmış, mavra yapıyordu. Hele bidenesinin mangala attığı irişkin öyle güzel kokuyordu ki, urup epmek arası isteyecektim, ama diyemedim.
Bir süre ırmakta gelebicin avlamaya çalışanları izledim. Tosbağalar suyun içinde, kertişler de kenarında dolanıp duruyordu.
Buradan Taşköprü’ye geçtim.
O da ne! Roma İmparatoru Hadrianus karşımda. Döşü açık mintanın kollarını çemirlemiş köprü inşaatında çalışıyordu. Hava çok sıcaktı, terini de peşkirle siliyordu.
Bir ara gayri ihtiyari bakıştık, kaş/göz işaretiyle ‘burada ne işin var’ imasında bulundu. Zumzuğunu sıktı ve “hayırdır gardaş” dedi. O an dineldiğim yerde dondum kaldım.
Koskoca Hadrianus bu. Avel gibi yanıt verip ziyan olmak da var.
Malamat olmamak adına mahana bulmaya çalışırken, kan/ter içinde uyanmışım…
Neyse ki, yaşananlar essah değilmiş.
Oh çektim, kendime gelebilmek için bir bocit su içtim…