Krediyi aldıktan sonra elinde silme para olan çantayla yürümeye başladık, Hadro ile. “Gardaş, biraz gezeleyek, şoordan gidek telefon almaya” dedi, Seyhan Caddesi’ni işaret etti. Buradan İnönü Caddesi’ne saptık, Adliye önüne vardık. Kaldırımda aniden dineldi, Adana Adliyesi’ni dikkatle izledi ve “Lan burası haberlere konu olan menşur bina deel mi?” sorusunu yöneltti. “Heye Hadro” karşılığını verdim. Siz gazetecilerin yüzünden Adana, adliye haberleriyle anılır oldu, çok vebal aldınız, oğlum. Neyse bunu başka zaman detaylı konuşuruk” dedi, eskiden hemen yanı başında bulunan İtfaiye Müdürlüğü’nü ve arkasındaki meyhaneleri merak ettiğini söyledi. Dilim döndüğünce izah etmeye çalıştım, “Bana maval okuma İso. Hadi oraya gidek” uyarısında bulundu. İsmet İnönü’nün heykelinin bulunduğu, adının verildiği parka dıkıldık. Seyyar satıcılar dikkatini çekti. Banadura, hambeles, balcan, alma, leymun, goruk, hinnep, darı, ne ararsan satılıyordu. “Abarii burası siptilli gibi olmuş!” dedi. Eliyin artığı, gıtlıktan çıkmış gibi, canı çektiğinden löb löb götürdü…“İt doydu, Haydar kaldı” misali, guşçudan aldığı iki bardak buğdayla güvercinleri de beslemeyi ihmal etmedi.
Davul gibi olan göbeğini avuçladıktan sonra parktaki bankın birine oturdu, eskiden meyhanelerin bulunduğu sokağa kitlendi. “Vay be! Münir Nurettin, Safiye Ayla, Müzeyyen Senar ve nice büyük sanatçıların eserleri çalınırdı, gramofonda. Meyhane kültürü çok denişikti, be gardaş” dedi, boğuk ve kısık bir sesle. Hüzünlendi… Gözlerinden yaş süzülmeye başladı, Hadro’nun. Belli ki meyhaneler yara açmıştı, gönlünde. Ya da önemli anıları vardı… Benle mi, yoksa kendiyle mi konuşuyordu, belli değildi.
Hiç elleşmedim, mısmıl şekilde dinlemeye başladım…
“Bakale İso, Adana’nın en tanınmış ve renkli simaları gelirdi. Masa adabı vardı. Herkes konuşur, kimsenin sesi çıkmazdı. Silme doluydu. O kalabalıkta dahi insan doyasıya yalnızlığı yaşayabiliyordu. Hele o kaynamış nohut… Böyük teneke kutuda satılan kaynamış nohudun, dadı halen damağımda. Genellikle biracılar alırdı. Üstüne tuz ve kemun serper meze yaparlardı, arpa suyunun yanında. Satıcı belli saatte meyhaneye dıkılır, masalara yaklaşır, hiçbir zaman “nohutçu geldiiiii!” şeklinde avaz avaz bağırmazdı. Sadece sohbet eder gibi “ehli bilir” diye fısıldardı, müşterilerine… Yanında öyle dartı da yoktu. Cıncık çay bardağı ölçü aletiydi. Kimi sohbet etmeyi yeğler, kimi de eğlenceyi severdi. Ceyhanlı, senin hemşehrin olan çalgıcılar da ekmek parasını kazanırdı, meyhanelerde. Genellikle 3 kişi müzik icra ederlerdi. Birinde gıygıy, diğerinde gırnata, ötekinde de debildek olurdu. Bazen ağlatır, bazen de vur patlasın, çal oynasın hareketlendirirlerdi ortalığı. Yani, nabza göre şerbet misali…
Biliyon nu gardaş? Orhan Kemal, Yaşar Kemal ve Abidin Dino da uğrardı, ara sıra. İlk orada görmüştüm, o sanatçıları. Hoş sohbet insanlardı. Meyhaneye girdiklerinde insanlarla selamlaşır, tokalaşır sonra dulda bir masaya oturur, kendi alemlerine dalarlardı. Onları uzaktan da olsa izlemenin dalabı olmuştum, galan”…
Bir anda sustu. Beli ki Hadro da, çok derinlere dalmıştı. Gözlerindeki yaşları da iyice salmıştı. Sanki öllöz gibiydi. Mendili ve suyu uzattım, biraz kendine gelmesini sağladım. Yüzüme pel pel baktı. Konuşmak istiyordu, ancak sözcükler boğazında düğümleniyordu. Sadece “Lan İso, beni malamat ettin” diyebildi…